31 Mart 2024 seçimlerinin hemen ardından önceki gün Van İl Seçim Kurulu’nun, yapılan itirazlar üzerine Van Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini kazanan DEM Parti adayı Abdullah Zeydan’ın seçilme yeterliliğine sahip olmadığına hükmederek, mazbatayı en yüksek ikinci oyu alan AK Parti adayına vermesi, hukukilik ve yerindelik tartışmalarını beraberinde getirdi. Bu süreç nasıl yaşandı, doğruları nelerdir, nerede yanlış yapıldı hukuki açıdan aşağıda görüşlerimizi okuyucuya aktaracağız.
Ne Oldu? Nasıl Gelişti?
Kamuoyuna yansıyan haberler incelendiğinde, DEM Parti adayı Zeydan’ın Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinden sadır terör örgütü propagandası yapmak suçundan 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldığı, aldığı bu cezanın hükmün kesinleştiği 2022 tarihi itibariyle tutuklulukta geçirdiği süreler mahsup edildiğinde bihakkın infazının da tamamlanmış olduğu, Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2023 yılında verdiği ek bir kararla, TCK 53 gözetilerek memnu haklarının geri verilmesine hükmedildiği, bu şekilde verilen ek kararın kesinleştiği, kesinleşme şerhi verildiği, 31 Mart Mahalli İdareler Seçimlerinde Van Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak ilgilinin kesinleşmiş bu memnu hakların iadesi kararına dayalı Van İl Seçim Kuruluna müracaat ettiği, müracaatının kabul edildiği, adaylaştığı, seçimlerin yapılmasına iki gün kala, son mesai günü olan 29 Mart 2024 tarihinde, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı üzerine, dosyayı yeniden ele alan Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin önceki kararını, Cumhuriyet Başsavcılığına tebliğ edilmediğinden kesinleşmediği ve hataen alındığı gerekçesiyle kaldırdığı, İl Seçim Kurulu’nun da 02.04.2024 tarihli kararı ile mazbatayı, Yüksek Seçim Kurulu’nun 1963 tarihli bir emsal kararına dayalı olarak, seçimi ikinci sırada tamamlayan adaya verdiği görülmektedir.
Memnu Hakların İadesi Kararı Nedir? Koşulları Nelerdir? Olay Bakımından Şartları Oluşmuş Mudur?
Ceza mahkumiyetinin önemli sonuçlarından biri de kişiyi maruz bıraktığı hak yoksunluklarıdır. TCK.’nın 53’üncü maddesinde, belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma bir güvenlik tedbiri olarak düzenlenmiş, TMK.’nın 407’nci maddesinde beş yıl ve üzeri hapis cezasının infazı sırasında kişinin kısıtlanabileceğinden bahsedilmiş, yine pek çok özel kanunda belirli suçlardan yahut belirli miktarın üzerinde cezaya mahkûm olmanın (örneğin, Anayasa m.76, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu m.48/5, Avukatlık Kanunu m.5/a gibi) bir kısım hak sınırlamaları doğuracağı düzenlenmiştir.
TCK.’nın 53’üncü maddesinde, işlenen kasti suç dolayısıyla hükmedilen hapis cezasının infazı sırasında hükümlünün yoksun bırakılacağı haklar sınırlı olarak gösterilmiştir. Bunlar dışında hapis cezasının infazı sırasında başkaca bir hak yoksunluğuna karar verilmesi, kanunilik prensibi uyarınca (Anayasa m. 38[1], TCK.m.2[2]) mümkün değildir. Kesinleşmiş hapis cezası mahkumiyeti sonucunda bir güvenlik tedbiri olarak kişinin kullanmaktan yoksun bırakılacağı haklar arasında 53’üncü maddede; b) Seçme ve seçilme ehliyetinden de bahsedilmiştir. Ancak TCK 53 yönünden bu yoksunluk cezanın infazı süresiyle sınırlıdır. Bununla birlikte seçme ve seçilme ehliyetinin koşullarını düzenleyen 1982 Anayasasında (m.67, 76), 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununda (m.10, 11) ve 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanunda (m.9, 31), kasten işlenen suç nedeniyle hapis cezasına mahkûmiyet seçilme hakkını infazla sınırlı olmaksızın engelleyebilmektedir. TCK.’‘da ömür boyu devam eden hak yoksunluğu bulunmadığından, bu tür yoksunlukların kaldırılabilmesi adına memnu hakların iadesi kurumuna yer verilmemiştir. Zira özel kanunlarda yer alan üstteki ve benzeri hükümler dolayısıyla, TCK.’nın hak yoksunluğuna ilişkin kaideleri tam anlamıyla hayata geçememiştir. Bu sebeple özel yasalardan kaynaklanan ömür boyu hak yoksunluklarını sınırlandırabilmek düşüncesiyle, memnu hakların iadesi kurumu, 13/A maddesi olarak Adli Sicil Kanunu’na ilave edilmiştir.
Memnu hakların geri verilmesi, ceza mahkûmiyetinden doğan her türlü yasaklılık ve ehliyetsizliklerin, ortadan kaldırılmasını sağlayan, yaşamını dürüst bir şekilde sürdüren eski hükümlünün bu davranışını teşvik eden bir müessesedir. Dolayısıyla yasaklanmış hakların geri verilmesi bakımından, kişinin işlediği fiilden dolayı hangi kanun hükümlerince mahkûm edilmiş olduğunun bir önemi bulunmamaktadır. Temel olarak bu düzenlemeye göre, kişinin mahkum olduğu cezanın infazının tamamlandığı tarihten itibaren üç yıllık bir sürenin iyi halli olarak geçirildiğinin tespiti ile memnu hakların iadesi kararı hükmü veren mahkemece verilebilmektedir.
Şu halde seçilme ehliyeti yönünden 1982 Anayasası (m.67, 76), 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu (m.10, 11) ve 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun (m.9, 31) hükümleri gözetildiğinde, üç yılı aşkın bir hapis cezasının infazının tamamlanmış olması, TCK 53’ten ayrı olarak cezanın infaz edildiği süre dışında ileriye dönük hak yoksunluğu içeren özel mevzuatın varlığı sebebiyle, bir memnu hakların iadesi kararı alınmadıkça, seçimlerde aday olunması mümkün değildir. Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ilk kararı, 2022’de infazın bi hakkın tamamlandığı gözetildiğinde, 2023’te memnu hakların iadesi kararı verilebilmesi açısından henüz 3 yıllık süre dolmadığından hatalıdır, doğru değildir. Kararda TCK 53 ile Adli Sicil Kanunu 13/A maddelerinin şartları ve hukuki sonuçları birbirine karıştırılmıştır. Bu arada infaz uzun tutukluluk süresine dayanıp, mahsupla gerçekleştiğinden, tutukluluğun süresi kesinleşme tarihinden önceki bir tarihte mahsubu sağlasa bile (örneğin, ilgili soruşturma kapsamında 2015’te tutuklama olmuş ve kişi tutuklama kararı kaldırılıp 2019’da tahliye edilmiş ise, mahsup ile üç yıllık cezayı 2018’e kadar olan tutukluluk süresi mahsupla eritebilir) ceza hükümleri kesinleşmeden infaz edilemeyeceğinden, infaz tarihi her halükarda en erken hükmün kesinleştiği tarihtir.
Bir Mahkeme Kararı Nasıl Kesinleşir?
Kesinleşme Şerhi Verilmesi Uygun Mudur?
Bu İşlemlerde Hata Varsa Mahkeme Kararını Kendisi Kaldırabilir Mi?
Usul Nedir?
Nasıl Hareket Edilmelidir?
Kamuoyuna yansıyan haberler kapsamında yukarıda içerik olarak hatalı olduğunu tespit ettiğimiz Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi Kararı’nın kesinleştiği, kesinleşme şerhi verildiği bu suretle adaylık müracaatı yapıldığı anlaşılmaktadır. Öncelikle bir kararın kesinleşmesi ilgililerin yasa yoluna müracaat yönünden haberdar edilmesi (tebliğ) ve öngörülen yasa yoluna ilişkin sürenin müracaatsız geçmesi ya da yapılan yasa yolu müracaatı sonrasında üst yargı merciince mevcut hükmün tasdik edilmesi yoluyla olur. İddia, kararın Cumhuriyet Başsavcılığına karar öncesi olumsuz mütalaası alınmasına karşın, tebliğ edilmeksizin kesinleştirildiği yönündedir. Şayet Cumhuriyet Başsavcılığı’na tebliğ edilmeksizin kesinleşme işlemi yapılmış ise, bu durum usul ve yasaya aykırıdır.
Ancak her halükarda ortada bir yargı kararı bulunduğuna göre, artık bu kararın veren merci dışında kanun yolu ile kaldırılması sağlanmadıkça geçerli olduğu kabul edilmeli, yasal çareler tüketilerek ortadan kaldırılması gerekmektedir. Keza Adli Sicil Kanunu’nun 13/A maddesinin 5’inci fıkrasında, memnu hakların iadesinde kanun yolu özel olarak gösterilmiş ve asıl hükmün tabi olduğu kanun yoluna başvurulabileceği düzenlenmiştir. Somut olayda verilen karar, istinaf kanun yoluna tabidir. Bu itibarla “itiraz” yolu ile kararı veren merci önünde çözümü mümkün değildir.
Ağır Ceza Mahkemesi veyahut herhangi bir mahkeme, daha önce verdiği bir kararı “kurala aykırı olarak yanlışlıkla verdim” diyerek kendisi kaldıramaz. O karara karşı mevzuatta öngörülen yasa yolu işletilmelidir. Aksi uygulama, hukuk güvenliğini ortadan kaldıran, keyfiliğe kapı aralayan, ceza yargılaması hukukunda mevcut olmayan bir yol ve yöntem kurmaktır ki, bu asla kabul edilemez. Hukukta usul, keyfiliğin düşmanıdır. Bu sebeple kesinleşen kararla ilgili her nasılsa haberdar olan savcılık makamı, daha önceden tebligat yapılmamışsa, usulüne uygun tebliğ yapılmasını istemeli, istinaf süresinin bu tebliğden sonra başlayacağını dile getirerek istinaf yoluna başvurmalıdır. Eğer savcılık makamına tebligat yapılmış ancak savcılık yasa yoluna gitmediğinden kesinleşmiş ise (savcılık makamı tarafından “görüldü” işlemi yapılmaması ile savcılık makamına tebliğ yapılıp yapılmaması farklı konular olup, tebliğ durumu UYAP ile fiziki kayıtlardan kontrol edilmelidir), artık olağan kanun yolu kapalı olduğundan, kesinleşmiş karara karşı, kanun yararına bozma yasa yoluna gidilmelidir. Maalesef bu yollar denenmeden mahkemece, savcılık makamının usule aykırı talebiyle kesinleşen kararın ele alınarak ortadan kaldırılması ve yeni bir karar verilmesi usule aykırı olduğundan, ikinci karar yok hükmündedir. Hiçbir mahkeme, kendi kararını kanun yolu kuralları dışında denetim muhakemesi yapar gibi, ele alıp “hatalı yorumla verdim” diyerek ortadan kaldıramaz.
İl Seçim Kurulu’nun Mazbata Konusunda Verdiği Karar ve Sürecin İşleyişi Hukuken ve Seçimlerin Düzeni Açısından Nasıl Değerlendirilmelidir?
İl seçim kurulunun, yukarıdaki hukuksal durum gözetildiğinde, merciine kendisine sunulan memnu hakların iadesi kararı ile ilgili istinaf/kanun yararına bozma yönünden bir müracaat olup olmadığını sormalı, bu yolların hangisine müracaat edilmişse sonucunu beklemeli, mevcut kazanan bu adaya mazbatayı verip, neticeye göre kesin bir karara varmalıydı. Bunu yapmamış, seçimden iki gün önce, usule aykırı surette verilen kararla yetinerek işlem gerçekleştirmiştir. Halbuki kesinleşme bakımından usule aykırı olduğu iddia edilse de kağıt üzerinde kesin ve gerçek bir memnu hakların iadesi kararı bulunduğundan, adayın müracaatı sırasında alınıp, incelenip, adaylık kabul edildiğinden, artık sorumluluk, sadece aday ya da partisine ait de değildir.
İl Seçim Kurulu’nun mazbatayı, ikinci partinin adayına vermesi konusu da yasal bir düzenlemeye değil, Yüksek Seçim Kurulu’nun 1963 yılından bu yana verdiği kararlara dayanmaktadır. Zira 2972 sayılı Kanunda 25’inci maddenin 2’nci fıkrasında seçim işlemleri nedeniyle seçimin iptaline karar verilirse, seçimin yenileneceği düzenlenmişse de seçilen adayın seçilme yeterliliğinin bulunmadığının anlaşılmasında nasıl bir yol izleneceği düzenlenmemiştir. Mevcut uygulamada, adaylığı kabul eden seçim kurulu kararları “tam kanunsuzluk” başlığı altında kaldırılmakta, adayın seçilme yeterliliği olmadığından seçilmemiş sayılmasına ve en önemlisi de ona atılan oyların, geçerli olmadıkları tespitiyle hareket edilmektedir ki, bu seçim güvenliği açısından yerinde değildir. Zira somut olayda olduğu gibi, memnu hakların iadesi kararı alınmış, yargı makamınca kesinleşme şerhi verilmiş, adayın bu sürece yahut belgelere ilişkin hukuka aykırı bir tutum ve davranışı da tespit edilmemiş ise, bu kararı, belgeleri veren yargı makamının, inceleyen ve kabul eden seçim kurullarının işlemlerinden kaynaklanan durumun, seçmen iradesini yok saymak yerine, seçimin iptali sebebi olarak değerlendirilmesi ve seçimin yenilenmesi daha doğru bir seçenektir.
Öte yandan aksi uygulama, yani ilgili kurulların önlerine gelen evrak üzerinde yeterli ve yerinde denetim yapmayarak, karar içeriğindeki açık hukuka aykırılığa rağmen, bu hususu görmezden gelerek adaylığı kabul edip “nasıl olsa mazbatayı geri alır ikinci adaya veririz” anlayışını yansıtır ki, bu husus “devlet tuzak kurmaz” ilkesine de aykırıdır. Çünkü somut olayda sorumluluk, tek başına adaya yüklenecek bir nitelikte değildir. Örneğin, kesinleşme şerhi verilirken savcılık makamının “görüldü” işlemi bulunup bulunmadığını aday değerlendiremez. Gelinen noktada cezalandırılan da seçilen şahıs ya da partisi değil, kendileri ile hiçbir ilgisi olmayan hukuki patikalar/çitler sebebiyle, seçim kurullarının denetiminden geçerek önlerine konulan adaya attıkları oylar geçersiz sayılan seçmenler olacaktır ki bu da seçme hakkına aykırıdır.